Idlib'de Şubat ayında 60'a yakın şehit verdik. Bu şehitler muharebe anı kayıplarımız değil. Hava desteğinden yoksun, pasif hedefler olarak öldüler. Aslında trajediler peşpeşe, göstere göstere geldi. Rusya'yı söylemde Suriye yönetiminden ayırarak hava denetimi eksikliğimize çare aramak ise etkisizdi.
27 Şubat, otuzaltı askerimizi birden kaybettiğimiz en sarsıcı gündü. Bu gelişmeyi, bir hafta süreyle ''Bahar Kalkanı'' harekatımız takip etti. 5 Mart'ta Moskova'da yapılan ikili zirveye kadar Suriye hükümet güçlerinin örselenmesi ve M4/M5 karayolları kavşağı Serakip'in yeniden ele geçirilmesi hedeflendi. Bu şekilde, hem Moskova zirvesinden önce arazide elimizin güçlendirilmesi, hem de 27 Şubat'taki acımızın rejim güçlerine verdirilen kayıpların prizmasında görülmesi istendi.
Moskova zirvesi, Soçi mutabakatına ek bir protokolle sonuçlandı. Bu aşamayı değerlendirmeden önce temel bir saptamada bulunmak gerekiyor. İdlib genelinde bozulmuş olan durumu, 2017 Astana ve 2018 Soçi mutabakatlarının Türkiye ve Rusya tarafından farklı yorumlanıyor olmasına dayandırmak yetersizdir. İşin özü, yorum farkının çok ötesindedir. Çünkü, bu mutabakatları oluşturan zemin taraflar arasında Suriye'ye ilişkin ortak bir vizyon üzerine kurulu değildi. Tersine, tarafların birbiriyle çatışan hedef ve önceliklerinin bir süre ayrıştırılması ihtiyacına karşılıktı. Rusya ve İran, Suriye'de geriye kalan son dört silahlı muhalefet alanını bire (Idlib) indirmeyi ve bu yolla bütün cihatçıları bir havuzda toplamayı, zamanı geldiğinde de, deyim yerindeyse, bunların icabına bakmayı amaçladı. Türkiye ise, Suriye'nin kuzey sınırı boyunca PYD'ye karşı harekat önceliklerine ağırlık vermeyi, Türkiye'ye yönelecek yeni bir sığınmacı akınını önlemeyi ve bu süreçte Suriye'deki silahlı muhalefete de ricat mevzii (Idlib) sağlamayı öngördü. Örtüşmenin esası buydu. Terorist unsurların "ılımlı" muhalefetten ayıklanması yükümlülüğünü bu nedenle üstlendi. Ne var ki, bu gerçekleştirilmesi olanaksız bir görevdi. Çünkü, ÖSO'yu oluşturan gruplarla HTŞ ve yakın türdeşleri arasında en fazla ton farkı olabilirdi.Bugün, "ÖSO", "Suriye Ulusal Ordusu", ne denirse densin, HTŞ'nin yanında ya da içinde silikleşmiştir.
Moskova zirvesi protokolü, ''5 Mart statükosu''nun belgesidir. 2018 Soçi statükosu, arazideki durum açısından tarihe karışmıştır. Gece yarısı yürürlüğe giren ateşkesle, artık İdlib'in Halep-Şam M5 karayolu ve Serakip'in de içinde yeraldığı bütün doğusunun Suriye hükümetinin denetiminde olduğu veri kabul edilmektedir. Protokole göre, Serakip'ten batıya, Lazkiye'ye uzanan M4 karayolunun güneyinde ve kuzeyinde altışar kilometrelik güvenlik kuşağı oluşturulacak ve Türkiye ve Rusya güçleri tarafından denetlenecektir. Bu koridor, cihatçıların kontrolündeki bölgeyi güneyde kesecek,kuzeye doğru daha da daraltacaktır. Protokolde gözlem noktalarına atıf dahi yoktur. Hükümetimizin, Suriye ordusunun gerisine çekilmesini istemiş olduğu hat böylece buharlaşmıştır.
Aslında baştan yapılması gereken, Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının, sınırımıza yönelebilecek göç hareketini denetlemek üzere Idlib'in kuzey ve batı çeperinde yeniden konuşlanması ve Rusya ile eşgüdüm içinde, uluslararası toplumun katılımıyla, yerlerinden edilmiş Suriyelilere barınma ve diğer insani yardımların Suriye toprakları içinde sağlanmasına aracı olunmasıydı. Moskova protokolü, bu perspektife yakın bir durumun fiilen oluşmasına yolaçabilir.
Türkiye'nin Suriye topraklarındaki askeri varlığı, uluslararası düzeyde, yeni bir mülteci akınının önlenmesi ihtiyacı ve sınır güvenliği çerçevesinde, değişen ölçülerde, meşru veya anlaşılır görülmektedir. Bu saikleri aşan gerekçeler, Suriye'deki rejim ne kadar tepki çekerse çeksin, anlayışla karşılanmaz. NATO'dan beklentimizi de bu sınırlama içinde görelim (ABD'nin fırsatçılığı zihnimizı karıştırmasın). Ülkemizdeki kamuoyu da, büyük çoğunluğuyla bu görüştedir.
Moskova protokolünün ardından Suriye'de barışa yaklaşma olasılığı dünden daha fazladır. Ancak, bu mutabakat yarının güvencesi de değildir. Çatışmasızlık yönünde ortaya konulmuş ortak irade önemlidir, buna karşılık temel tutumlarda yakınlaşma yoktur.
Suriye'deki açmaz, iktidar tarafından varoluşsal bir tehdit olarak algılanıyor. Arap ülkelerindeki dönüşümün İslamcı rejimlere evrilmesi beklenti ve tutkusu o denli içselleşmiş ki, dokuz yılın sonunda bu hayalin nihayet Suriye'de de sonuna gelinmiş olması beka sorunu olarak görülebiliyor. "Suriye'den sonra namlular Türkiye'ye dönecek" söylemi bu korkuyu özetliyor. Dahası, içeride özgürlükler, adalet, ekonomi yönetimi, güvenlik, bilgiye erişim ve hayatın diğer her alanında keyfi kararları, sorumlu tutulmama rahatlığıyla alıp uygulamanın yerleştirdiği kötü alışkanlığın dışarıyla ilişkilere de sirayet ettiği açıkça görülüyor. Ancak, içeride bu sicille yolaçılan genel belirsizlik ve güvensizlik ortamı toplum üzerinde kullanışlı bir baskılama aracına dönüşürken, dışarıda sorumluluğunuz hemen yüzünüze çarpılabiliyor.
Geriye, terazide hayalin mi, bunun maliyetinin mi ağır basacağını izlemek kalıyor. Oysa, Cumhuriyet Türkiyesi, bundan daha iyisini yapabiliir.
Comments