Türkiye ile Yunanistan arasında aralıklarla beliren gerginlikler Ege’deki statükonun istikrarsız bir dengeye dayanmasının kaçınılmaz sonucudur. Bu istikrarsızlık, iki ülkenin uluslararası hukuk ve antlaşmalarla belirlenmiş egemenlik alanlarının tartışılmasından değil, bu alanlardan neşet eden hakların iki tarafça farklı anlaşılmasından kaynaklanmaktadır.
Bu sebeple, uyuşmazlık konularına yapılan atıflarda ikisinin birbirine karıştırılmaması gerekir. ‘’İşgal altındaki adalar’’ gibi genel ve hedefi müphem beyanlar yalnızca karşı tarafa koz vermeye yarar. Buna bir de ‘’bir gece ansızın gelmek’’ gibi bir askeri harekat iması eklendiğinde uluslararası düzlemde savunmasız kalırız.
Ege Denizi’nin yarı kapalı hüviyeti ve iki kıyıdaştan Yunanistan’ın adalarının bir bölümünün (Doğu Ege adaları) ters tarafta (Deniz Hukuku deyimi) bulunması ikili uyuşmazlıkların malzemesidir. Kıt’a sahanlığı sınırlandırmasında Anadolu anakarasının etkisinin gereğince dikkate alınıp alınmaması, Doğu Ege adalarının silahsızlandırılmış statüsü, karasularının genişletilmesinin, ölçüsüne göre, uluslararası deniz alanlarını çok kısıtlayacak ya da tümüyle ortadan kaldıracak olması, Yunanistan’ın 6 millik karasularının üzerinde 10 millik hava sahası garabeti, aidiyeti belirlenmemiş adacık ve kayalıkların durumu ve bütün bunlardan kaynaklanan güvenlik, seyrüsefer yetkileri, ittifak komuta kontrol sorunları ve diğerleri bu çerçevede zikredilebilir.
Bu iç içelik uluslararası hukuk bakımından çok özel bir durum oluştursa da, fiziki giriftlik yalnızca bizim coğrafyamıza özgü bir kader değildir. Başka yerlerde giriftliklerden kaynaklanan yetki ve hükümranlık uyuşmazlıklarının hakkaniyetle (uluslararası hukukun temel bir ilkesi) uygulanan kurallarla çözüldüğü çok örnek vardır. O halde, Ege’de bu tıkanmışlık neden sürmektedir?
Bunun temelinde, ulus devletin ülkesiyle bağının iki tarafta tümüyle farklı algılanması ve anlaşılması yatmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, imparatorluk varisi olsa da, egemenliğini, sınırlı değişikliklerle, Misak-ı Milli sınırları üzerine kurmuştur. Türkiye’nin ulusu ve devletiyle ülkesi haritada gördüğümüz yerdir. Yunanistan bakımından da haritaya bakarak aynı durumun geçerli olduğuna hükmetmek arzulansa da, onlar bunu Helenizmin şimdiye kadar elde edilebilmiş bakiyesi olarak görürler.
Ulusal kurtuluş savaşımızın Yunanistan’daki karşılığı ‘’Küçük Asya felaketi’’dir. Bu felaketi kendi elleriyle hazırladıklarını bir kenara koysak da, terim işgale yolaçan zihniyetin yaşadığını gösterir. 1919’da Yunan heyeti tarafından Paris Konferansı’na sunulan ‘’Megali Idea’’dan mülhem haritada Karadeniz’den Akdeniz’e at nalı gibi uzanan Helenizm ‘’tapulu’’ topraklar sonuçta bizden alınamadı. Ancak, 9 Eylül 1922 onların ricat anını oluşturdu. Helenizm alanı olarak gördükleri coğrafyada kendilerini Anadolu Yarımadası’nın Ege Deniziyle buluştuğu hat üzerine çekilmiş addettiler. Onlara göre, olduğu gibi Ege Denizi zaten kendi taraflarında kalıyordu. Karasuları genişliğinin üç ve daha sonra altı mille sınırlı olduğu ilk onyıllarda bu anlayışın uluslararası hukuk kisvesi altında pazarlanması zordu. Şimdi mümkün.
Aynı zihin yapısının daha tehlikeli boyutu, Yunan ulusal bilincinin Türkiye karşıtlığı süzgecinden geçirilmek suretiye kurgulanmış olmasıdır. Buna yolaçan etkenler modern Yunan devletinin ortaya çıktığı ve geliştiği koşullarda teşhis edilebilir. Yunan bağımsızlık mücadelesi, örneğin yaklaşık çağdaşı Sırp başkaldırısından farklı olarak, halkta yaygın bir oydaşmaya dayanmıyordu. Esasen hareketin fitili de Odesa’da ateşlendi. Coğrafi zemini belirsizdi. İlk isyanlara, Mora’nın yanısıra İstanbul, Eflak ve Moldova’da teşebbüs edildi. Sırpların mücadelesinde görüldüğü nitelikte, daha sonra yeni devletin omurgasını oluşturacak bir bütünlüklü, hiyerarşik yönetim yapısından da mahrumdu. Avrupa’da Napolyon savaşları sonrası emperyal restorasyon dönemi yaşanıyordu. Bir fikir ve araç olarak milliyetçilik revaçta değildi. Bu sebeplerle, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesinde önemli bir aşama oluşturacak Mora başkaldırısı, etkileri bölgeye doğru yayılan İmparatorlukların denetim ve himayesine mazhar oldu. Bu iş daha sonra Yunanistan’a Danimarkalı ve Bavyeralı krallar bulunmasına kadar uzayabildi. Oysa, Osmanlı Devleti’nin son evresinde de tanık olunduğu gibi, milliyetçilik hareketleri ancak 19uncu yüzyılın ikinci yarısından başlayarak daha bütünlüklü ve somut hedefli niteliklere evrildiler. Modern Yunanlılık kimliği ise, tarihi Helenizm ve Bizans alanı olarak gördükleri topraklarda hala büyük ölçüde egemen olan Osmanlı Türklerine karşıtlık ve ‘’onların elindeki benimdir’’ bilincine dayandırıldı. Eski Yunan ve Helenistik dönemin bütün insanlığa ışık tutmuş miras ve değerleri bu karşıtlık paradigmasına oturtuldu. Bu misyon da, ‘’Avrupa Hristiyan medeniyeti’’nin desteğiyle ve ‘’onların da adına’’ sürdürüldü.
Bugün de Yunanistan ‘’Avrupa’’yı (ve ABD’yi) daha yanında ve yakınında, Türkiye’yi de onlara uzak gördükçe cesaretleniyor ve sınırlarını zorluyor. Kısa süre önce tanık olduğumuz, Hava Kuvvetleri unsurlarımıza karşı Yunanistan’ın seri halindeki taciz ve radar kilitlemeleri, fırsatçı ve istismarcı tansiyon yükseltme itiyadının yalnızca yeni örnekleridir.
Ama bu alanı onlara biz açtık. İktidarın içeride ve dışarıdaki söylem ve uygulamalarına bakıldığında, Türkiye’nin demokratik ülkeler topluluğu normları ve savunma dayanışması içinde fiilen yer almadığı sonucuna hemen herkes ulaşmaktadır. Daha önce vurgulamış olduğum bir noktayı tekrar edeyim; hukukun üstünlüğü ve demokrasi Türkiye için bir tercih değil, zorunluluktur. Bu, her açıdan böyledir. Yunanistan’la ikili ilişkilerimizin selameti, belki diğer bütün ikili muhataplarımızla olandan daha fazla, çok taraflı düzlemdeki profilimize dayanmaktadır. Böyle gidilirse, daha bunların iyi günlerimiz olduğunu anlamamız gerekecektir. Doğal olarak, ABD ve Avrupalı ortaklarımız başta olmak üzere, üçüncü tarafların Yunanistan’la aramızdaki uyuşmazlıklara bulunacak çözümler hakkında keskin tutumları yoktur. İki taraf nasıl bir anlaşmaya varırsa, bu onlar için de makbul olacaktır. Ancak, uyuşmazlıkların çözülemediği ortamda Türkiye güvenilmez ortak ve hatta hasım durumuna gelirse, üçüncü taraflar bölgede Yunanistan’ın sunduğu imkan ve işbirliğinin uzantısı olarak ulusal pozisyonuna da hayırhahlıkla yaklaşmaya başlarlar. Avrupalı ve ABD’li yetkililerin beyanlarında bunun iz düşümleri, seyrek de olsa, görülmeye başlanmıştır.
Dış politika bakımından hayati önem taşıyan bir başka kural, konular arasındaki bağlantıların, her bir konunun kendi verileri üzerinden yönetilmesi gereğini unutturmamasıdır. Hükümet’in 2020 yılındaki Doğu Akdeniz furyası tam da bu hatanın tezahürü olmuştur. Birbiriyle siyasi ve coğrafi olarak bağlantılı Kıbrıs sorunu, Doğu Akdeniz’de yetki alanlarının belirlenmesi ve Ege sorunları bir yumak haline getirilmiş, aktif olmaktan ziyade ajite bir görüntü verilerek, mevcut ihtilaflar seriler halinde, her yerde birden, bölgedeki ve bölge dışındaki bütun muhataplarımızın gözüne sokulmuştur. Sonuç ortadadır. Ürken olmazken, karşımızda biraraya zor getirilecek bir cephe oluşmuştur.
Oysa, Kıbrıs sorunu siyasidir, meşru temsil meselesidir. Üçüncü taraflarla deniz yetki alanları konusu bu parametrenin dışına taşınmamalıdır. Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölgelerin belirlenmesinde temel sorun, Yunanistan’ın Meis adasının anakara gibi ve onun önünü kapatacak şekilde etkisi olduğu yönündeki maksimalist tutumudur. Dünyanın diğer bölgelerinde birçok karşılaştırılabilir ihtilaf, tahkim yoluyla, anakara öncelenerek çözüme kavuşturulmuştur. Bu konuda elimiz güçlüdür ve Meis, Ege manzumesinin dışındadır. Ege sorunlarına ilişkin pozisyonumuz, yukarıda da işaret edildiği gibi, bu yarı kapalı denizin karmaşık konfigürasyonundan kaynaklanmaktadır. Bizi Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne katılmaktan alıkoyan da bu koşullara ilişkin yetersizliğidir. Dolayısıyla, adaların konumuna göre (Doğu’dan Batı’ya veya Kuzey’den Güney’e ilerleyerek) yetki alanları oluşturup oluşturmayacaklarına ilişkin ilkesel tutumumuz Ege için geçerlidir. Keza, Akdeniz’de karasularımızın genişliği, Ege’dekinden farklı olarak 12 mildir. KKTC ile aramızda 2011 tarihli kıt’a sahanlığı sınırlandırma anlaşması mevcuttur. Ege’ye ilişkin poziyonumuzu Girit’in güneyine de teşmil ettiğimiz kanaatını uyandırırsak, üçüncü tarafları Ege politikamızın buradaki çok özel konfigürasyondan kaynaklandığına inandırmamız güçleşir. Deniz Kuvvetleri unsurlarımız ve araştırma gemilerimizle ‘’başlangıçtan beri’’ ve ‘’fiilen’’ meşru haklarımızın takipçisi olduğumuzu göstermeye devam etmemiz kaçınılmazdır. Ancak bunun, üç konunun kendi parametreleri içinde ve bu yolla verilecek kararlılık mesajının örselenemeyeceği menzillerde yapılması gerekecektir.
Yunanistan, Türkiye ile çekişmesinde 2020’den beri altın dönemini yaşamaktadır. Kesintisiz Helenizm alanı olarak gördüğü Ege’den Kıbrıs’ın doğusuna uzanan kuşağın bizzat Türkiye’nin söylem ve eylemleriyle üçüncü tarafların gözünde de birleştiğini görmektedir. Üstüne üstlük, öteden beri ikili görüşmeleri temel gören Türkiye şimdi tepkiyle bu kanalı kapatabiliyor. Yunan Başbakanı daha ne istesin? Otuz küsur yıl önce Atina Büyükelçiliği Başkatibi olarak görev yaparken, bir gün Yunanistan'a böyle bir armağan verebileceğimizi hayal bile edemezdim.
Demek ki bilgi, kararlılık ve suhulet tek yoldur. Mesleki tecrübemden çıkardığım altın kurallardan biri, en etkili manivelanın, karşı tarafça ciddiye alınan, ancak kullanılmasına hiç gerek kalmayan manivela olduğudur. TBMM kararı yerinde duruyor. Savaşı telaffuz etmek gereksiz. Yunanistan, Türk anayurdunun Batı’da denizden mahrum edilemeyeceğini, kendi antik tarihine de bakarak, biliyor. Hareket alanı da burada belirleniyor. Ancak, Türkiye’nin yalnızlığı ve zafiyetleri onu iştahlandırıyor, alanının sınırlarını zorluyor. Türkiye’nin elini tetiğe götürmesini tahrik ediyor. Oysa, etkili karşılığı ‘’bir gece’’ değil, mesai saatleri içinde vermemiz mümkün.
Comments