Milat 2011
· 2011 Arap başkaldırılarıyla başlayan süreç, Suriye’de 8 Aralık 2024 sabahı Esad rejiminin sona ermesiyle devam etmektedir.
· 2011 ayaklanmalarını tarihi bir başlangıç yapan faktör, Ortadoğu statükosunu muhafaza eden paradigmayı hedef almasıydı.
· Bu paradigma, Arap ülkelerinin üzerinde yönetim meşruiyeti türettikleri ortak payda idi.
· Arap rejimleri, sözde geleneksel hanedan ya da cumhuriyetçi yapılarda tezahür etmiş olsalar da, hepsi halk adına hareket ettikleri iddiasıyla iktidarlarını pekiştirmiş, farklı ölçek ve derinliğe sahip zümre yönetimleriydi. Bu temel yapı, yirminci yüzyılın ortalarında bir dizi Arap ülkesinin hanedanlıklardan tek parti cumhuriyetlerine geçişinde de korunmuştu. Anti-emperyalizm ve Arap-İsrail ihtilafı, rejimlerin meşruiyet iddiasının dış algı boyutunu oluşturmuş, bu zeminlerde mücadele, halk adına halkın taleplerinin karşılandığı bir süreç olarak tanıtılmış, bu sayede içeride de “çatlak” seslere müsahamanın gösterilmediği bir fanus yaratılmıştı. Dost ya da hasım Arap rejimleri birbirlerine baktıklarında, aynı zeminde ayakta kaldıklarını görerek bundan güç alıyorlardı. Arap statükosu esas olarak buydu.
· Arap-İsrail ihtilafının çekirdeğini oluşturan Filistin sorununun çözümünde Arap rejimlerinin tümüyle yetersiz kalmaları fanusu çatlattı. Diğer taraftan aynı Arap kimliğinden münferit devletler olarak milliyetçilik türetmenin halk nezdinde uyandıracağı heyecan da bir yere kadardı. İslam, bir öz değer olarak siyasi platform kazanmaya başladı. 1979 İran devrimi bu yönelimi yeni bir aşamaya taşıdı. İran, farklı bir mezhebe ve tarihi din-devlet örgüsüne dayansa da, bizatihi böyle bir devrimin yapılabilmiş olması Arap coğrafyasını etkiledi. Afganistan’da da Sovyet işgaline karşı ABD ve Körfez destekli mücahit direnişinin palazlanması yeni ortamı konsolide etti. İslamcılık hızla şiddet boyutu kazandı, selefi cihatçılıkla farkı belirsizleşti.
· Rejimler meşruiyet türetme koşullarının değiştiğini görerek bu kez dini referans ve vurgular üzerinden hareket etmeye başladılar. Ancak, bu şekilde rekabeti İslamcıların oyun alanında kabul etmiş oldular. Çünkü, yetersiz de olsa, modern devletin toplumuyla bağını oluşturan diğer bütün referansları görünmez kıldılar. En küçük bir muhalefetin bile acımasızca bastırıldığı, buna karşılık dini duygu ve dayanışmanın melce olabildiği ortamda İslamcı ağların yerelde yayılmasını kolaylaştırdılar. Bu rejimler, gerek iç kamuoylarına gerek dışarıya, kendileri giderse yerlerine bu din fanatiklerinin geleceğini söylediler, inandırıcı da oldular. Kendisini doğrulayan kehanet böyle ortaya çıktı.
· Ne var ki, Arap ülkeleri yüzyıl boyunca şehirlerin dinamosunu oluşturduğu ekonomik gelişme ve sosyal kalkınma yaşadılar. Şehirli nüfuslar, rejimlerin hiyerarşik yapı ve kısıtlamalarının dışına doğru büyüdüler. Talepleri farklılaşır ve artarken, güvenlik devletleri olarak konsolide olmuş ve bütçelerini büyük ölçüde bu yapıyı korumaya hasretmiş yönetimler bunları karşılamakta daha da yetersiz kaldılar. Şehirler, küresel iletişim ağının sıkılaştığı ortamda fakirlik ve baskılardan bunalmış, çalışan, eğitimli kitlelerin kabarmaya başladığı merkezlere dönüştü. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinin Arap rejimleri nezdinde artırdığı kırılganlık algısının yolaçtığı katılaşma yüzünden bir süre geciken sosyal patlama, nihayet 2008 küresel mali krizinin Arap halklarının yaşam koşullarını daha da ağırlaştırmasıyla 2010-2011’de gerçekleşti.
· Tunus’ta fitili ateşlenen başkaldırı Mısır’a sıçradığında artık bölge için geri dönüşmez yola girilmişti. Zira Mısır, ister ortak kültür olsun, ister 19uncu yüzyılda başlayan modern devlet deneyimi, anayasacılık, darbecilik, tek particilik, cumhuriyetçilik veya İslamcılık olsun, diğer Arap ülkelerine her zaman ilham olmuştu. Bunların üstüne, Mübarek gibi otuz yıllık bir otokratın kısa sayılabilecek Tahrir direnişinden sonra yönetim içinden istifaya zorlanması bölge çapında ümit ve cesaretleri yükseltti.
· Bölge, yüzeysel bakıldığında görülemeyen kırılmayı da yine Tahrir meydanında yaşadı. Müslüman Kardeşler, alana ancak 8-10 gün sonra, o da küçük gruplarla girmeye başladılar. Gecikme, taktik bir havayı koklama ihtiyacından kaynaklanmıyordu. Tahrir devrimcilerinin talepleri onur ve özgürlüktü. Evrensel hakları talep ediyorlardı, din kurgusunda yeni bir hiyerarşi değil. O gerçeklik anında ortaya çıktı ki, İslamcılık da eski rejim paradigmasının içinde, onun ayna görütüsü idi.
· Ancak, henüz fırsat kaçırılmış sayılmazdı. Seküler muhalefetin acımasızca ezildiği ortamda İslamcılar, rejimin sınırlı müsamahasıyla varolan tek örgüt ağına sahiptiler. Nitekim ordunun himayesinde yapılan ilk seçimlerde bu avantajı kullandılar. Ancak bir yıl içinde Tahrir devrimcileri Morsi’nin partizanlığından yaka silktiler, ordu da genel karmaşa ve memnuniyetsizlik atmosferini değerlendirerek darbe yaptı. Bu gelişmelere genel arka plan zemininde bakıldığında, yerleşik rejim bekçileri ile İslamcıların halkın özgürlük ateşini söndürmek adına, bir süre için de olsa, nöbet değişimi yapmış oldukları görülür. Eski paradigma işlevini şimdilik yerine getirmişti.
Bölgesel yangın
· Sürecin başında yalnızca üç Kuzey Afrika ülkesinde ve Yemen’de yönetim değişikliği oldu, ancak rejimlerin dayanıklılığı algısına dayanan bölgesel statüko da çöktü. Devrim ateşinin henüz erişmediği devletler, doğru tespitle, bunun yolda olduğunu gördüler. Bu ateşi sınırlarına varmadan önleme çabasına girdiler. Suudi Arabistan’ın Bahreyn’e askeri müdahalesi geniş bölgedeki “ileri savunma” girişimlerinin ilk örneğidir.
· Ancak, esas kapışma alanı Suriye oldu. Bu ülkede 2011 halk gösterilerinin vahşice bastırılması, ortamın hızla silahlı çatışma yönünde yozlaşmasına yol açtı. Esad rejimi, böylece bildiği tek yöntemle duruma hakim olabileceğini düşündü, bölgede çatışma mevzilerinin yeniden şekillendiğini ise anlayamadı. Suudi Arabistan ve Körfez’deki ortakları evlerinde huzursuzluk çıkartabilecek cihatçı selefilere tam mesaili bir iş bulmak, devrimi halktan kopartıp dejenere etmek, Esad’a haddini bildirmek ve kendi halklarına da hak talebi gibi saf arayışların gerçekleşme şansının olmadığını göstermek üzere harekete geçti. Türkiye’de hükümet, başlangıçta Müslüman Kardeşler üzerinden müdahil olduğu arazideki rolünü selefi cihatçılarla genişletti. (Bu katılımın yıllar içinde Türkiye için jeopolitik, güvenlik, demografi, ekonomi ve sosyal doku açılarından yolaçtığı ve kamuoyunun esasen yakından şahit olduğu sorunlara bu yazının kapsamında değinilmeyecektir). İran ve daha sonra Rusya ve ABD de bölge dışı güçler olarak savaşa katıldılar.
· Cihatçıların konsolidasyonuyla Suriye-Irak coğrafyasının orta kesiminde IŞİD’in ortaya çıkması, bu oluşumla mücadelenin parallel bir savaşa dönüşmesi, Avrupa başkentlerinde sansasyonel terör eylemlerinin gerçekleştirilmesi ve nihayet Suriye’den devasa mülteci akınının başlaması, başta Batı olmak üzere, dış dünyanın esas meşguliyet konuları oldu, kimse gelişmelere nedensellik bağı içinde bakmadı.
· 2017’den itibaren Esad rejimi İran’ın, onun vekil güçlerinin ve Rusya’nın sayesinde ülkenin üçte ikisi üzerinde kontrolunu yeniden tesis ettiğinde, bölgesel oyuncular kendi etkilerinin sınırlarını da görmüş oldular. Ancak daha önemlisi, bölgesel savaşın Suriye’nin boyutlarını aşma eğilimini, özellikle Yemen’de gelişen durumla birlikte, idrak ettiler. Türkiye, Rusya ve İran’ın çatışmasızlığa ilişkin mutabakatı bu zemin üzerine oturdu.
Korkunun ecele faydası yok
· Otoriter yönetimlerin ortak bir zafiyeti, baskı ve şiddetle aldıkları sonuca dayanmalarıdır. Oysa bu şekilde sağlanmış başarının izafiliği ortadadır. Zira, sorunun özünden kaçılmış, yalnızca hareket alanı baskılanmıştır. Bu baskı özellikle çok değişkenli ortamlarda nötralize olabilir.
· Nitekim, Hamas’ın İsrail’e 7 Ekim 2023’te gerçekleştirdiği saldırıyla tetiklenen Gazze ve Lübnan savaşları İsrail’in genel imha kampanyasına dönüştü, İran’ın 30 yılda bölgede kurduğu askeri ve milis platformları büyük ölçüde yok oldu. Rusya, Ukrayna’daki saldırganlığını sürdürebilmek için Suriye’deki askeri varlığını küçülttü, buna karşılık Esad eski günlere dönmekte olduğunu sandı. Oysa, çatışmasızlık düzenlemesinin sağladığı eko-sistem sonunu hazırladı.
· Değişim eşiğinde ordunun rolüne özel olarak değinmek gerekir. Silahlı kuvvetler, otoriter rejimlerin en görünür güç profilidir ve nihai sigortası olarak görülür. Ancak bu merkezilik, rejimin bir paradoksudur. Tirana bağlılık, onun otoritesini ileriye dönük olarak koruduğu algısına dayanır. O algı zayıflamışsa, ordu da kurum olarak geleceğini düşünür, zorunlu askerliğin halkla orduyu birarada tuttuğunu da hatırlar. 1979’da İran’da, 2010’da Tunus’ta ve 2011’de Mısır’da orduların yeniden konumlanması ortalama ikişer hafta sürdü. 2024’te de Suriye’de ordu eriyerek aradan çekildi.
Nereye?
· Bu sonucun, büyük ölçüde, El Kaide ve IŞİD geçmişi olan bir silahlı örgütün önderliğinde alınmış olması, haklı olarak bütün demokratlarda ülkede yönetimin evrilebileceği yöne ilişkin ciddi kaygılar doğurmaktadır. Öncelikle İran devrimi ve Afganistan’da Taliban örnekleri hatırlanmaktadır.
· Eğer iş HTŞ ve benzerlerinin eline kalırsa bu kaygılar sonuna kadar yerinde olur. İslamcılık ve selefilik gerek tarih karşıtı doktrinleri gerek cihat pratikleri bakımından birbirine çok yakındır. İdeolojileri totaliterdir, başları sıkıştığında sığındıkları yer orasıdır, dolayısıyla kendi başlarına ehlileşebilecekleri düşünülmemelidir.
· Şimdi başa dönelim. Mısır’da otoriter hiyerarşik paradigma, müesses nizam bekçileri ile İhvan arasında nöbetleşe ayakta tutulmuştu. Tunus’ta İslamcılar yeni ortamda boylarının ölçüsünü erken idrak edip evrensel hak ve özgürlüklere dayalı bir anayasal düzen zemininde buluşmayı kabul etmişlerdi. Ama bu kez müesses nizamın bekçileri demokratik süreci içlerine sindiremediler. Diğer bir ifadeyle, her iki kanadın da eski paradigmaya tutunma saikini kıracak yeni dengeler oralarda henüz oluşamadı.
· Suriye rejiminin yıkılması ise, müesses nizam boyutuyla birlikte bu paradigmayı ortadan kaldırdı. İslamcı grupların aynı paradigmayı çoğulculuk ve özgürlük arayanlarla çekişerek ihya etmeleri de mümkün değildir. Olsa olsa kaba baskıya başvurabilirler. Benzer şekilde, çok sayıda grup arasında hakimiyet yarışının Libya ve Yemen’de olduğu gibi (ya da Irak’ta ABD işgali altında hakim konumunu yitirmiş Sünni kesimlerin El Kaide’ye evrilmesi gibi) yeni bir çatışma sarmalına dönüşmesi bir ihtimal olsa da buna hak ettiğinden fazla ağırlık verilmesi acelecilik olur ve araziyi okumayı bağlamından koparır. Her şeyden önce Suriye’de halk ve gruplar -hem de en ağır yıkım ve kayıplarla geçen- değişim süreci tecrübesinde en az on yıl daha kıdemlidirler. Yeni ortamda nasıl ki HTŞ ve birlikte hareket ettiği gruplar Suriye’de zemin kazandıktan sonra hızla Türkiye dahil dış destekçileriyle aralarına mesafe koyacaklarsa, rejimin devrilmesine yolaçmaları da ülkenin serbeste çıkan diğer kesimlerinin ve gruplarının kendi alanlarını açmalarını sağlayacaktır. Moralleri bozmadan bu sürecin nasıl işleyeceğine zihin yorulmalıdır.
· Dahası, Suriye’nin konumu ve özellikleri, önündeki sürecin İran ve Afganistan’da olanlarla kıyaslanmasını birçok açıdan zorlaştırmaktadır. İslamcı dürtülerin başarı şansının jeopolitiğe ve sosyal zemine bağlı olduğu unutulmamalıdır. Büyük güçlerin öteden beri Afganistan’a tampon muamelesi yapması, bu ülkenin zengin iç dokusuna rağmen patriarkal hiyerarşi paradigmasına sıkışmasına yolaçtı. İran’da ise Şah’a karşı ittifak yapanlar, mollaların, rejim tarafından sorgulanamayan ağ altyapısını kullanma tuzağına düştüler. İran’ın 1979’da değil, 16ncı yüzyılda Safevilerin yönetiminde Şii devletine dönüştüğü hatırlanmalıdır. Ayrıca 1970’lerin Soğuk Savaş koşullarında ülkenin nasıl yönetileceğinden ziyade kimler tarafından yönetileceği esas soruydu. Suriye ise hem tarihi olarak merkezi ve dışa açıktır hem de iç çeşitliliği ve farklı komşularıyla Ortadoğu’nun bir mikrokozmudur. Bunlar HTŞ gibilerinin kapasitesini aşar.
· Esad’ın düşüşü “clean slate” sağladı. İslamcıları dengeleyecek çoğulcu ittifak sağlanıp büyütülebilirse, demokratik dönüşüm yolunda ilk adım atılmış olur.
· 2011 ayaklanmalarıyla başlayan sürecin, başkaldırılar ve bölgesel savaşlardan sonraki üçüncü raundu böylece başlıyor. Gazze ve Lübnan savaşlarıyla halklarının gözünde iktidarsızlıkları iyice ayyuka çıkmış rejimlerin Esad’ın ani düşüşünden kaygı duymamaları mümkün değil. Halkları yalnızca çaresizlikten sustular, rejimlerine bağlılıklarından değil. 2021 yılında Bağdat’tan Kazablanka’ya uzanan coğrafyada tanık olunmuş kitlesel gösteriler, aczlerini iç baskıyla aştıklarını sanan yönetimlerin halkları tarafından daha uzun süre sineye çekilmeyeceklerinin işaretini esasen vermişti.
· Türkiye’de hükümet Suriye’deki gelişmeleri ideolojik bakışıyla değerlendirir ve 2013’te akim kaldığına kani olduğu bölgesel İslamcı dönüşümü yeniden canlandırabileceğini düşünürse baştan kaybeder. Ne bölge 2013’teki halindedir, ne de hükümetin melce sağladığı, ancak şimdi ülkelerinde alan hakimiyetlerini pekiştiren gruplar kendisine 8 Aralık öncesindeki kadar yakındırlar. Ayrıca, “Suriye Milli Ordusu” gibi ulusal iddia taşıyan bir sıfatı Türkiye’nin himayesinde kullanan çok parçalı ve şöhreti tartışmalı bir oluşumun, Suriyelilerin kendi kaderlerini üstlenecekleri bir süreçte uzun geleceğinin olmayacağını görmek zor değildir. Bir bölümü İstanbul’da oturan sürgündeki muhalefetin de bugün Suriye zeminindeki ağırlıkları tartışılır. Yaşananlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin esasını oluşturan demokratik, laik hukuk devletinin ne denli hayati olduğunu bir kez daha ortaya çıkarıyor.
Comments