top of page
Writer's pictureŞafak Göktürk

SULAR ÇEKİLİRKEN

Türkiye, 2021’in son ayında, bu kez kur krizi adı altında, kesintisiz olağanüstülük halini sürdürdü.

İktidarın doğrudan eliyle türetilmiş olan yönetsel bunalım bu kez ulusal para birimimizin çakılmasına yolaçtı.

Bu deneyim, hükûmetin artık çok iyi bilinen yöntem ve davranışları bakımından şaşırtıcı değildi. Kendi yolaçtığı açmazlara çözüm üretmesi zaten sözkonusu olmadığı için, bunların doğurduğu kasveti yönetmek, uzunca bir süredir, temel hareket tarzı haline gelmişti.

Bu süreçte iki saik belirleyici oldu. Birincisi, kendi varoluşsal kaygılarını topluma yansıtmaktı. İçeride ve dışarıda “yakın tehdit" algı ve kurgusu oluşturmak ve bunun üzerinden “güvenlikçi” hamle ve önlemlerle yanında görmediği herkesin hukuk ve güvenlik alanını daraltmak yakın zamana kadar bir hayli işine yaradı.

İkinci saik ise, daralan oy tabanından ziyade, içine rücu ettiği çelik çekirdeğini korumaktı. Devlet'te kurumsallığın yerini, lidere göre kümelenmiş itaatçi kadrolar aldı. Bu, totaliter İslamcı ideolojinin genel devlet tasavvuruyla uyumludur. Bu akıma göre kurumsallık, inançlı ve davaya bağlı kadrolarla kaimdir, gerisi çok önemli değildir.

Ancak, bu saik altında, sosyo-ekonomik zemini yönetmek daha pürüzlü oldu.

AKP'nin söyleyegeldiği “yeni sosyoloji" büyük ölçüde partizan kaynak transferlerinin yarattığı yeni zenginliğe dayanıyordu.

İnşaat sektörü ve emek-yoğun üretim platformu bu zenginliğin büyütüldüğü öncelikli mecralar arasındaydı.

İnşaat müteahhitliği, bir kere yapılan yatırım ve süreli istihdam yoluyla sürekli rant geliri elde etmenin yolu olarak görüldü. Buna, petrolsüz Körfez Arap modeli de denilebilir. Döviz üzerinden müşteri sayısı garantili sözleşmeler tam da bunu ifade ediyor.

Emek-yoğun üretim platformunda ise ayrışma yaşandı. Ulusal ekonomilerin en geniş istihdam zemini olan küçük ve orta-boy işletmelerin tedarik ve üretim zincirindeki konumlanmalarına göre, ithal ham ve ara madde girdileri ile işgücü maliyeti oranlarında farklılaşmalar belirginleşti. Teknolojik gelişmeye dayalı yüksek katma değerli üretimin teşvik edilmediği, bilimselliğe dayanan eğitimin aşındırıldığı ortamda, pandeminin de etkisiyle, KOBİ'lerin önemli bir bölümü ya destekle ayakta durabilir hale düştüler, ya da kendilerini Güneydoğu Asya'nın “sweat-shop" işletmeleriyle rekabet eder durumda buldular.

İşte, hükûmetin, laik Anayasamız altında dinsel gerekçelere de başvurarak, düşük politika faizinde birden bu denli ısrarlı olmasının ve bunun TL'de derin değer kaybı sarmalına yolaçmasının arka planı buydu.

20-21 Aralık'ta kamu bankaları aracılığıyla Merkez Bankası'nın eksi rezervlerinden yaklaşık 7 milyar Dolar satılmak suretiyle başlatılan kur korumalı vadeli TL mevduatı uygulaması, çok tartışmalı yönlerinin ötesinde, düşük politika faizinin sonuçlarını ortadan kaldırabilecek bir rejim değildir. Ekonomistler, yapısal nedenlere bağlı cari açık sorununun, geçici düzelmeye rağmen, devam edeceğini, yüksek enflasyonun da kısa bir süre sonra TL'de değer kaybını yeniden harekete geçireceğini ısrarla vurgulamaktadırlar.

Makro ekonomik koşul ve verileri bütünlüğü içinde değerlerdirmeden belirli kesimlere servet aktarımı veya geçici rahatlama sağlayacak müdahaleler yapılması, çok geçmeden onları da zora sokacak daha büyük bozulmalara yolaçar.

Peki, bütün bunlar yaşanırken, dışarıdan ülkemize yönelik çoklu varoluşsal tehditlere ve bütün bunların karşısında oyun kuruculuğumuza ne oldu?

İktidar tarafından, iç ve dış gündemde olağanüstülük, aynı anda değil, birbiri ardına eklemlenerek sağlanageldi. Dış gündemin iç sorunlar üzerinde baskın faktör olarak kullanılması ise, bu pratiğin uzantısı oldu. Şimdi “ekonomik kurtuluş savaşı" verildiğine göre, dışarıda yeni bir krizin pek de “sırası" değildir.

Zaten bunu görüyoruz. Sonbahar'da hararetle konuşulan Suriye'nin kuzeyinde yeni bir harekat şimdi dolaşımda yok. Dahası, Rusya’dan, Türkiye'nin Suriye'deki kuvvetlerini çekme hazırlığında olduğuna ilişkin beyanlar geliyor. Bizden ses yok. Libya uzlaşı süreci hakkında jenerik destek ve teşvik ifadeleri ediliyor. Doğu Akdeniz'de deniz yetki alanları ihtilafları sanki donmuş gibi. Katar'ın, GKRY'nin belirlediği parselde faaliyete geçecek olması da mesele edilmedi. Bu ülkenin Türkiye'de, aşırı kâr edeceği alımlar ve yatırımlar yapacağından söz ediliyor. Birleşik Arap Emirlikleriyle barışıldı. Şimdi, niteliklerinin şeffaflıkla görülmesi gereken yatırımları bekleniyor. Suudi Arabistan'la son yıllarda hiçbir şey yaşanmamış gibi bir noktaya geldik. Mısır, avantajlı konumuyla ağırdan almasa, 2013 sonrası çoktan tarih olacaktı. İsrail'le ilişkiler bahsinde bir yaklaşım sorunu kalmamış görünüyor. Ermenistan'la normalleşme hazırlığı da bu yumuşak tabloyu tamamlıyor.

Diğer taraftan, Kavala’nın (ve Demirtaş’ın) tutukluluğunda ısrar, kurucularından olduğumuz Avrupa Konseyi ile bağlarımızın kopmasına uzanabilecek süreci harekete geçirdi. İktidarın tercihinin bu olduğu anlaşılıyor. Bu süreç, içeride artmakta olan otoriterleşmenin tamamlayıcısı olacaktır. AB ise, hükûmetle ilişkilerini çoktan parçabaşı “al-ver”ci düzleme indirgedi.

ABD, Türkiye'yi siyasi, ekonomik ve askeri enstrümanlarla, cepheleşmeden çevrelemeye devam ediyor.

Kısaca, geniş halk kesimleri nezdinde maddi ifadesini çığ gibi büyüyen işsizlik ve yoksullukta bulan genel buhran hükûmetin dışarıda hareket alanını çok sınırlamış durumda. Bu koşullarda, kaynak arayışı, al-verciliğin ilerisinde, asimetrik açılımlara yolaçabilir.

1 view0 comments

Comments


bottom of page