top of page
Writer's pictureŞafak Göktürk

ORTADOĞU'DA ALDATMACANIN SONU

Kudüs, Filistin-İsrail ihtilafının kalbidir. Harem-i Şerif ise şahdamarıdır. İsrail hükûmetleri ne zaman buraya abandılarsa, ortalık, takibi kolay olmayan bir hızda, yangın yerine dönüşmüştür.

İsrail, geçtiğimiz Ramazan ayı boyunca, Filistinlilerin Harem-i Şerif ve çevresine erişimini sınırlamaya ve engellemeye çalışmış, eski Kudüs şehir merkezinin hemen yanında yeralan Şeyh Cerrah semtinde Filistinli ev sahiplerinin, Yahudi yerleşimciler lehine yerlerinden edilmelerine yolaçacak fiili ve adli adımları atmaya devam etmiş, nihayet El Aksa'da namaz kılan cemaate saldırgan müdahalede bulunmuştu. Gösteri ve çatışmalar birden alevlenmiş, bu yıl Ramazan takvimiyle, İsrail'in 1967 savaşında Doğu Kudüs'ü işgalinin yıldönümü olan 10 Mayıs örtüşmüş, bu vesileyle aşırı sağcı Yahudilerin güzergahı Müslüman Arap sektörünün içinden geçecek yürüyüşe hazırlanmaları (son anda iptal edilmiş olsa da) gerilimi daha da yükseltmişti.

2000 yılında, o zamanki İsrail Başbakanı Ariel Şaron'un kalabalık bir güvenlik ekibiyle Harem-i Şerif'e girmesinin ikinci Filistin intifadasını ateşleyen fitil olduğu hatırlanacaktır.

10 Mayıs günü saat 18.00’de, İsrail Başbakanı Netanyahu kendi kurguladığı gerilimi dizginlemeye çalışırken, Gazze'de konuşlu Hamas liderliği, verdiği ultimatoma uygun olarak, roket salvolarına başlamıştır. Sonra olanları hep birlikte izliyoruz.

Buraya kadar yaşananlar, ilk bakışta, ihtilafta kendisini tekrarlayan bir senaryo gibi görünmektedir. Gerçekten, İsrail'in Hamas'ın roket barajına karşı Gazze'ye yönelik ayrımsız bombardımanı, tıpkı 2008-9 ve 2014’te olduğu gibi, savunmasız sivil halka yönelik katliama dönüşmüştür. İsrailli siviller de, daha az sayıda olmakla birlikte, Hamas'ın menzile ulaşabilen roketlerinden can ve mal kaybına uğramaktadırlar. Siyasi tahminler, genellikle, İsrail'in Hamas'ı yeterince güçsüz, halkı ise tümüyle çaresiz bırakıncaya kadar Gazze'ye ölüm yağdırmaya devam edeceği, o noktada, Mısır'ın başını çektiği ateşkes diplomasisi aracılığıyla yeni bir nispi sükunet aşamasına geçileceği doğrultusundadır.

Ben o kadar emin değilim. Zira, bu kez alevin parladığı ortamın öncekilerden bir dizi özlü farklılıkları bulunmaktadır.

Birincisi, bu kez olayların tetikleyicisi Gazze değil Kudüs'tür. 2021 Mayısında Hamas çatışmanın asli değil, eklemlenmiş tarafıdır. Gazze'deki trajedi gözümüzü alsa da, asıl odak, merkezini Kudüs'ün oluşturduğu Batı Şeria'dır. Esasen, Hamas da bu gerçeği bildiği için İsrail'e ultimatom vererek kendisini odağın içine yerleştirmek istemiştir.

İkincisi, Doğu Kudüs ve Batı Şeria'daki Filistinliler, özellikle gençler, artık Filistin Ulusal Yönetimi'nin liderliğinden umudu yitirmiş gözükmektedirler. Oslo anlaşmalarının hayata geçirdiği bu yönetim, süreç çoktandır işlemediği ve İsrail işgalinin baskısı, ancak en önemlisi, Yahudi yerleşimlerinin yaşayabilir iki devletli kalıcı çözüm perspektifini yok edecek bir hız ve genişlikte yayılması Filistinlilere nefes aldırmadığı için ciddi bir inandırıcılık krizi içindedir. Hamas da, Fatah yönetici kadrolarının boşalttığı siyasi alanı doldurmak konusunda yetersiz kalmaktadır. Yeni nesil Filistinliler, Hamas’ı da eski düzenin içinde teşhis etmektedirler. Bugün sokaklarda ve açık arazide İsrail güvenlik güçlerine direnen Filistinlileri, 2011’de rejimlerine başkaldıran diğer Arap halklarıyla ortak çizgide görmemiz daha isabetli olur.

Üçüncüsü, Gazze'de İsrail işgalinin şeklen sona ermesi suretiyle bu bölge ile Batı Şeria arasındaki fiziki denetim koşullarının farklılaştığı, ardından yapılan Filistin seçimlerinde bu bölgelerin iki rakip siyasi hareketin zeminleri haline geldiği 2006 yılından bu yana yaşanan süreç her iki ayrımın da halk için pratikte pek bir içerik taşımadığını göstermiştir. İsrail’in, Gazze'yi görünüşte statü bakımından ayrıştırarak, Batı Şeria’da yayılma ve “Bantustan"laştırma politikasına hız vermesinin de Filistinliler nezdinde caydırıcı bir etkisinin olmadığı ziyadesiyle görülmüştür.

Dördüncüsü, İsrail nüfusunun beşte birini oluşturan İsrail vatandaşı Filistinliler Batı Şeria'daki direnişe omuz vermişlerdir. Karma nüfusların yaşadığı şehir ve mahallelerde çatışma ve linçlere tanık olunmaktadır. İsrail'in 1948’den başlayarak “İsrailli Araplar" ve ”işgali altındaki Filistinliler” olarak uyguladığı ikili, 2006’dan itibaren de Gazze'yi farklılaştırarak oluşturduğu üçlü ayrım stratejisi çökmüştür. İsrail'in “Gazze'de teroristleri vuruyorum" anlatısının rahatlığı içinde geçirdiği dönem geride kalmaktadır. Ne Batı Şeria'daki özgürlük ateşi sönmüştür, ne de İsrail'deki Filistinliler kaderlerini Filistin'den yalıtmışlardır. İsrail'in iç barışının Filistin'le barıştan ayrılmadığının artık açıkça görüldüğü bir aşamaya geçilmektedir.

İsrail'in son on yılda giderek sertleşen güvenlik ve yayılma politikalarının arkasında Arap başkaldırılarıyla birlikte bütün bölgeye yayılan seyyal ortamı da teşhis edebiliriz. Bu ortam, bir taraftan İsrail'in, iç politikasını da etkileyecek şekilde, esasen güçlü olan güvenlik reflekslerini bilemiş, diğer taraftan, dikkatler başka yöndeyken, arazideki oldu-bittilerini yoğunlaştırıp pekiştireceği bir zaman aralığı sunmuştur. ABD’de dört yıllık Trump dönemi de, Netanyahu hükûmetinin Kudüs'ten başlayıp Yahudi yerleşimlerine uzanan yayılma ve ilhak politikasını yeni ve daha tehlikeli bir aşamaya taşımasına zemin oluşturmuştur. Bugünkü gerilimde bu gelişmelerin ağır etkisini görebiliriz.

2011’de rejimlerine başkaldıran Arap halklarının taleplerinin aş, onur ve özgürlük üzerine odaklandığı, Filistin davasının ise meydanlarda yankı bulan bir konu olarak belirmediği hatırlanacaktır. Bundan, Filistin'e duyarsız kalındığı sonucu çıkartılmamalıdır. Başkaldırılar, evin yeni bir düzene kavuşturulması talebiyle ilgilidir. Arap halkları, karşılarında hesap verebilir hükûmetler olduğunda, yöneticilerinden Filistin sorununun çözümü yönünde de ciddi çaba göstermelerini bekleyeceklerdir. Bugün bu noktanın hala uzağında olabiliriz. Ancak, Arap dönüşüm sürecinin on yıl önce başladığı ve herşeye rağmen sonlandırılamadığı unutulmamalıdır. Bugüne kadar olan, belki sınırlı başarı hikayelerinden ibarettir. Ancak süreç, bilinen bölgesel statükonun çökmesine yetmiştir. Devrimlerin savaşlarla boğulmaya çalışılmış olması ve iktidarda kalanların eskisinden daha da gaddar yönetimlere evrilmeleri, rejimlerin nasıl bir boşluk ve korku ikliminde yaşamakta olduklarının elle tutulur kanıtlarıdır.

Şimdi, bu tablonun üzerine, bir süre kenarda kalmış Filistin halkı, bütün görkemiyle dönüş yapmaktadır. Bu noktadan sonra, İsrail-Filistin ihtilafı bahsinde yaşanacakları daha geniş bölgeye etkileri bakımından da izlemek gerekecektir. Ürdün ve Lübnan'da göstericilerin İsrail sınırlarına inmelerini ilk işaret fişeği olarak da görebiliriz. Sonuçta, Filistin'de süren işgal ile mevcut Arap yönetimleri çözülen aynı bölgesel statükonun parçalarıdır.

Halihazır çatışmalar kendi kısa döngüsü içinde bir süre sonra yatışsa bile, Filistin sorununun yeniden bölgesel boyutta -ve bu kez halkların da hareketlenmesiyle- yansımalarının olacağı öngörülmelidir. Bu, eğer doğru okunursa, belki de hayra alamettir. Yeni bir ateşkese aracılık edecek oyuncular ve gönülsüz ABD diplomasisi bu yeni ortamda yetersiz kalacaktır. Aslında ABD, Pasifik öncelikleri ışığında Ortadoğu'da profil düşürürken, aynı Pasifik'in yükselen gücünü bölgede görüverebilir. Siyaset, küresel düzeyde olduğu gibi bölgesel düzeyde de boşluk kaldırmaz. Aynı soruyu Hükûmetimizin de kendisine sorması gerekir.

2 views0 comments

Commenti


bottom of page